23 Mart 2009

Şam'da 72 saat



Önceki hafta Pazar gecesi, Türk Hava Yolları'nın Şam uçağındaydım. Yolcu sayısının fazlalığı ve bazılarının el çantalarında matkap, tornovida gibi malzemeler taşıması yüzünden, güvenlik kontrolleri alışılagelmişten uzun sürdü. Şiddetli rüzgara rağmen, en ufak bir rahatsızlık hissetmeden inişimizi kimse alkışlamayınca, doğrusu biraz garipsedim. Biz Türkler, kötü hava koşullarında sağ salim toprağa dokunmamızı sağlayan pilotlarımızı hep alkışlarız. Beni karşılamaya gelen, takım elbiseli kravatlı olanlardan en yaşlısı, elini uzatıp "Merhaba" dedi. Bu, Suriye'nin uyuşturucu ile mücadelesinden sorumlu General Ahmad Al-houri ile ilk karşılaşmamızdı. 72 saat sonra vedalaştığımızda, birbirimizi 40 yıldır tanıyormuşcasına dost olmuştuk.

Doğrusu, Viyana'nın penceresiz toplantı salonunda geçirdiğim yorucu dönem ile ay sonu katılacağım Şangay'daki uyuşturucu ile mücadelenin 100. yıl kutlamaları öncesinde, Şam'ın bana çok iyi geleceğinden emindim. Pasaport işlemlerim tamamlanırken, generalle karşılıklı yudumladığımız "mırra"m, bunun ilk işaretiydi. Avuç içine sığan, küçük ve kulpsuz porselen fincandaki sert kahvenin tadını ve kakulenin ona çok yakışan kokusunu, Arap coğrafyasındaki önceki ziyaretlerimden biliyordum. Bir diğeri, Şam'dan ayrılırken, en az iki kilo alacağım ve damarlarımda kan yerine kahve dolaşacak kadar çok mırra içeceğimdi.

Havaalanını kente bağlayan geniş, aydınlık asfaltta, ara sıra gözüm takılan kilometre saatine göre sadece 90 - 100 ile, rüzgarın sesinden olsa gerek, bana, "uçarcasına" gelen kısa bir yolculuktan sonra Şam'a ulaştık. Sabahın üçü olmak üzereydi. Etrafta kimseler yoktu. Yol üzerindeki açık dükkanlar dikkatimi çekti. Üstelik sadece marketler değil, oyuncakçılar da açıktı. "Hırsızlık ne oranda?" diye sordum. "Yok denecek kadar az" dediler.

2009 başında Dedeman'a dönüşen Le Meridien otelinin taze ekmek kokan lobisinde henüz kimseler yoktu. Bir kaç saate kalmadan burasının, kadınlı erkekli Suriyelilerin ve turistlerin dolduracağı ve keyifle sohbet edeceği bir mekana dönüşeceğini anlattılar. Ertesi gün, tanışma fırsatını bulacağım ve uzunca bir süre "Acaba akraba mıyız?" sorusuna yanıt arayacağımız finans müdürü Barış Atasoy, yıl sonuna varmadan otelin, Türk kültürünün öne çıktığı modern bir mekan haline geleceğini ve Dedeman Grubu olarak, Suriye'de iki otelin daha işletmesini aldıklarını aktaracaktı.

8. kattaki odamdan dışarıya baktığımda, gökyüzüne doğru yükselen bir ışık denizi gördüm. Ara, ara göze çarpan yeşil pırıltılar, orada bir minarenin bulunduğunun kanıtıydı. Sadece Şam ile kısıtlı bir iş seyahati de olsa, Suriye'ye geldiğime seviniyordum. Babamın teyzeleri Basriye ve Kadriye Hanım'lardan bu yöreleri, eşimin annesi Emel Hanım'dan doğduğu ve çocukluk günlerinin geçtiği Haleb'i o kadar çok dinlemiştik ki.

9 Şubat sabahı, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu Sekreterya'sından bana eşlik eden İmrich Betko ile birlikte, üç gün sürecek çalışmalara başladım. Suriye'nin yazılı ve görsel medyasında geniş biçimde yer bulan ziyaretim sırasında, Adalet ve İçişleri Bakan'larından yeni yasal düzenlemeler, suç ve suçlu istatistiklerine ilişkin bilgi aldım, polisler ve gümrükçülerle bölgenin sorunlarını tartıştım, polis akademisinde kısa bir sunumum oldu.

Önceleri, sadece erkeklerin hakim olduğunu sandığım dünya, iki yerde değişti. Bunlardan ilki, Sağlık Bakanlığı'ydı. Müsteşarından daire başkanlarına, bilgili, deneyimli ve güçlü kadınların görev yaptığını görmek, beni mutlu etti.
Diğeri, 2006 yılında yeni binasına taşınmış olan, en ileri teknolojilerle donatılmış kriminal laboratuvardı. Her biri işinin ehli uzmanlar arasında, özellikle DNA analizleri bölümünde görevli genç, motivasyonu yüksek, bilgili, bakımlı (üstelik çok da güzel) kadın meslektaşlarla sohbet etmekten büyük keyif aldım.

Uyuşturucunun gerek arz, gerekse talebi ile mücadele edenlerle yapılan her görüşme, eninde sonunda aynı konuya geldi: Captagon. Çünkü Suriye, bir zamanlar patentli bir ilaç olan, günümüzde artık yasal imalatı bulunmayan, ancak bu adla pazarlanan yasa dışı ürünlerin, geçit yolu üzerinde bulunuyor. Kısacası, Türkiye için eroin ne ise, Suriye için Captagon da o.

Sahte Captagon, Arap gençlerini tehdit ediyor

Son iki yılda karşılaştığım, gerek Birleşik Arap Emirlikleri, gerekse Suudi Arabistan ve Suriyeli yetkililer, yakaladıkları Captagon'un Bulgaristan'da imal edildiği, Türkiye ve Suriye üzerinden taşındığı ve başlıca tüketicinin (kaçakçılara verilen idam cezasına rağmen) Suudiler olduğunda hemfikir. Genç kadınlar zayıflamak, erkekler uzun süre uykusuz kalabilmek amacıyla kullanıyorlar.

Geçtiğimiz yıl Türkiye'de 3.5 milyona yakın Captagon tableti ele geçti. Ancak ülkemizin bu madde açısından sadece bir köprü olduğunu söylemek doğru olmaz. Zaman zaman irili ufaklı laboratuvarlar ve Captagon sentezinde kullanılan öncül kimyasallar da yakalanıyor. Son örneği, 17 Şubat'ta 2 milyonun üzerinde hapın bulunduğu, İstanbul'daki kimya fabrikası.

İlk kez 1968'de depresyon, narkolepsi ve dikkat eksikliği gibi bazı hastalıkların tedavisinde kullanılmak üzere piyasaya sürülen gerçek Captagon, fenetilin adlı bir kimyasal içermekteydi. Bu ilaç, 20 yıldır imal edilmiyor. Yerini, aynı adla pazarlanan, farklı renk, şekil ve logolarla piyasaya sürülen, amfetamin içerdiği söylenen sahteleri aldı. Kriminal laboratuvarlar, ne yazık ki yakalanan tabletlerin ayrıntılı kimyasal analizini yapmıyor. Hal böyle olunca, ne tabletlerin içeriği biliniyor, aynı laboratuvarda üretilen ve farklı ülkelerde ele geçen Captagon'lar arasındaki bağlantı delillendirilemiyor.

19 Şubat günü Ankara'da, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu'nun 2008 yılı dünya raporunu açıkladığım basın toplantısında da belirttiğim gibi, her ülke, ele geçirdiği Captagon'ları aynı yöntemle incelemeli ve sonuçları tıpkı bir DNA bankası gibi ortak bir veri tabanında toplamalı.

Suriye'nin gururu doktorun izini buldum

1995 sonbaharıydı. Amerika’nın Atlanta kentine 150 kilometre kadar uzaklıktaki bir kampta, birbirini tanımaya çalışan, 6 erkek ve 4 kadındık. Benim dışımdakiler, Afrika, Asya ve Güney Amerika’nın değişik yerlerinden gelmişti. Kolaylaştırıcılık işlevini üstlenmiş olan Emory Üniversitesi Halk Sağlığı Enstitüsü başkanı Prof. Dr. Philip Brachman, ülkelerimizde kadınların sahip olduğu hakları, yasalar karşısında durumlarını özetlememizi istedi. Bir kaç saate varmadan konu kişiselleşti, kadın-erkek ilişkilerine, cinsellik eğitimine ve cinsel tercihlere uzandı. Akşama doğru, Halep Tıp Fakültesi mezunu, Ukranya’nın Kiev Tıp Enstitüsü’nden doktoralı genç Wasim Maziak ile benim aramdaki gerginlik, deyim yerindeyse birbirimizin boğazına sarılacak noktaya varmıştı. Henüz ne o, ne de ben, kültürel farklılıklara, gelenek ve göreneklere saygıyı öğrenmemiştik.

Topluca katıldığımız çatışma çözme, iletişim becerileri, takım çalışması gibi eğitimler sonunda hepimiz, eskisinden çok daha fazla hoşgörü sahibi olduk, Dr. Maziak da kadın haklarını hararetle savunan, eşcinselleri dışlamayan bir hekime dönüştü. 1996'nın ilk günlerinde ben, değişik kriminal laboratuvar ziyaretlerim için Atlanta'dan ayrıldım, grubun diğer üyeleri halk sağlığı alanındaki projelerini yürütmek üzere Emory Üniversitesi'nde kaldılar. Birbirimizle vedalaşırken duygusal anlar yaşadık. Suriyeli doktorla kucaklaşırken, gözlerimizin dolduğunu belirtmek isterim.

Grubun üyelerinden Sri Lanka'lı Dr. Prithi'yi, Nepal'in Katmandu'sunda, Kenya'lı Nyerere'yi Nairobi'de bulmuştum. Umman Sağlık Bakanlığı'ndan Shariffa Al-Jabri ile sürekli haberleşiriz. Önceki hafta Şam’da, Suriyeli doktoru aradım. Meğerse, Amerika'daki Memphis Üniversitesi’nde halk sağlığı ve biyoistatistik doçenti olmuş, doğum yeri Halep’te Suriye Tütün Araştırmaları Merkezi’ni kurmuş, çalışmalarıyla çok sayıda uluslararası ödül kazanmış ve Suriye'de sigara, dünyada nargile içimi ile mücadelenin öncüsüymüş.

Havada elma kokusu var

O kokuyu ilk kez Narenj lokantasında hissettim. Tütünle karışık tatlı bir kokuydu. Arka masadan geliyordu. Dayanamadım, dönüp baktım. Yuvarlak bir masanın çevresinde, şık giyimli kadınlı erkekli 7 ya da 8 kişiydiler. Arapça konuşuyorlardı ve hepsi nargile içiyordu. Ertesi gün, Şam'ın bir başka ünlü lokantası Versay'daydık. Bu kez, yemek siparişi vermeden önce, garson nargile isteyip istemediğimizi sordu. Bana eşlik eden Slovak arkadaş, merakından içmek istedi. "Elmalı mı olsun?" diye sordular. Yan masalardan birinde, özenle giyinmiş, 40 yaşlarında bir kaç kadın yemek yiyiyordu. Hemen yanıbaşlarında fokurdayan birer nargile şişesi.

Bildiğiniz gibi nargile, özel bir tütün olan tömbekinin dumanını, sudan geçirdikten sonra hortumla içe çekmeye yarayan bir düzenektir. Asya'ya özgü dörtyüz yıllık bir gelenek olmakla birlikte, günümüzde Meksika'dan Güney Afrika'ya, Avrupa'nın bir çok ülkesinde ve ne yazık ki Türkiye'mizde özellikle gençler arasında giderek yaygınlaşıyor. Nargileyle, fermente edilmiş meyve katkılı, yüze yakın aromatik tömbeki çeşidinin yanı sıra, güzel kokulu bitkisel yağlar eklenmiş tütün, bal, yarı kurutulmuş meyve ve meyve yaprağı katkılı tütün, hatta sadece meyve ağacı yapraklarını içmek de mümkün. (Tabii esrarı da)

Duman sudan geçerken "temizlenir", tütün yakılmayıp sadece ısıtıldığından, "zehirsizleşir" şeklindeki söylemler nargile içimini özendirse de, Dünya Sağlık Örgütü'nün, büyük ölçüde Suriyeli dostum Dr. Wasim Maziak'ın araştırmalarına dayanan 2005 tarihli raporu, iddia edilenin aksine, nargileden çıkan dumanın gerek akciğer kanserine, gerekse kalp hastalıklarına yol açan toksik bileşenleri içerdiğini ve tıpkı sigara gibi bağımlılık yaptığını kanıtlıyor.

Tömbeki ya da tütünü olmayan nargileler, elbette nikotin bağımlılığına yol açmaz. Ancak nargileyle içilen her türlü meyve ve yaprağının dumanında, tıpkı küle dönüşen her organik maddenin dumanındaki gibi, kanserojen nitelikte aromatik bileşikler bulunur ve her nefeste bunlar akciğerlere dolar. Hacattepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı'ndan Prof. Dr. Nazmi Bilir ve ekibi, 2005 yılında Ankara'daki 273 nargile içicisi ile yaptığı görüşmelerde, gençlerin nargilenin zararlarına ilişkin yeterli bilgi sahibi olmadıkları sonucuna varmıştı.
Suriyeliler, Maassel adını verdikleri aromalı nargilelerin, 90'lı yıllardan başlayarak Arap dünyasının kadın ve gençleri arasında salgın halinde yayılmasına, bir yandan ürünün koku ve tadının, diğer yandan televizyon ve internetin payı olduğunu söylediler.