23 Mart 2009

Yüz yıl sonra Şangay yeniden


26 şubat 2009 akşamı Şangay'da kadehler, Uluslararası Afyon Komisyonu'nun doğum gününü kutlamak için kalktı. Az önce, tıpkı 100 yıl öncesindeki gibi, 13 ülkenin imzaladığı Şangay Deklarasyonu açıklanmış, uyuşturucu ile mücadelede uluslararası işbirliğinin önemi yeniden vurgulanmıştı. Çin Halk Cumhuriyeti, başvurduğu yöntemler her zaman tasvip görmese de, gerek uyuşturucu kaçakçılığı ve bağımlılığı, gerekse irili ufaklı diğer suç tipleriyle mücadelede ilgi odağı olmayı sürdürüyor.

Onu ilk gördüğümde, küçük, dik yakalı, uzun kollu, çok dar ve çok kırmızı bir elbise giymişti Madam Jiang. Adının Lin Jiang olduğunu söylemişti de, ne kadar doğruydu bilemem. Zaten adının ne önemi var. Önemli olan anlattıklarıydı. "Aslen Şangaylıyım" dedi "İyi para kazanırsın, diyerek kandırdılar. Şu kuaföre satılacağımı nereden bilecektim. "Kuaför" dediği yerin arka tarafında bir masaj salonu vardı ve Madam Jiang, Asya'nın güney doğusunda, gecenin ileri saatlerine dek açık kalan, kapısının üzerinde beyaz üzerine kırmızı şeritli yanar döner lambası bulunan dükkanların masaj salonlarında, sadece masaj yapılmadığını bildiğimin farkında değildi.

Ulusal ve uluslararası nitelikte kadın ve çocuk kaçakçılığı, Çin Halk Cumhuriyeti'nin başını çok ağrıtıyor. Bu çerçevede Çin, sadece kaynak ülke değil, hem transit, hem de bir hedef ülke. Çinli kadınlar, genellikle sahte vaatlerle, Malezya, Tayland, İngiltere, A.B.D., Avustralya, Avrupa, Kanada, Japonya, İtalya, Burma, Singapur, Güney Afrika ve Tayvan'a götürülüyor, buralarda ya seks endüstrisinde ya da işçi olarak çalışmaya zorlanıyor. Benzer şekilde, Çinli çocuklar da kaçırılarak ya da ailelerine para gönderileceği vaadiyle, benzer amaçlarla bu ülkelere götürülüyor. Öte yandan Moğolistan, Burma, Kuzey Kore, Rusya, Vietnam, Ukranya ve Laos çocukları ve kadınları da Çin'e getirilip, 300 - 1500 TL karşılığında satılıyor. Öte yandan, yılda 10 - 20 bin kadar çocuk ve kadının, Çin'in bir bölgesinden diğerine kaçırıldığı da biliniyor. Çin Hükümetinin 1 Ocak 2008'de yürürlüğe giren 5 yıllık eylem planı, bu sorunun üzerine daha koordine biçimde gitmesini ve ilgili ülkelerle işbirliğini sağlayacak.

Göz bebekleri küçük bir kadın


Etraf alacakaranlıktı. Madam Jiang'ın gözbebekleri ise iğne kadar küçük. "Seni eroine kim alıştırdı?" diye sordum ona. "Ben aslında Zhabei'de tedavi olmuştum" dedi. "Buralarda tekrar başladım." Şangay'da, uyuşturucu ile mücadelenin 100. yılını kutlayanların bir bölümü, 27 Şubat 2009'da, Çin'in kayıtlı 1.12 milyon bağımlısından biri olan Madam Jiang'ın bir zamanlar tedavi edildiği, Şangay'ın Zhabei bölgesindeki ünlü merkezi görmeye gittiler. Aralarından bazıları, Pudong'taki bağımlılık tedavi ve rehabilitasyon kompleksini incelemeyi tercih etti.

1800'lerin sonlarında Çin, bir yandan kendi topraklarında ekilen haşhaş, diğer yandan bir türlü yasaklayamadığı ve önce İngilizlerle, ardından hem İngiliz hem de Fransızlarla savaşmak zorunda kaldığı afyon ticareti yüzünden, 13.5 milyon vatandaşının yılda 38 bin ton afyon tükettiği bir batağa sürüklenmişti. Protestan ve Katolik din adamlarının baskısı sayesinde, İngilizler, Hindistan'dan alıp Çin'e götürdükleri afyon miktarını ciddi biçimde azalttılar. Aynı yıllarda, Filipin adalarını İspanyollardan satın alan ve önemli sayıda afyon bağımlısı Filipinlinin yanı sıra, Çinlilere, yılda 130 ton afyon satan onlarca şirketle karşılaşan Amerikalılar, uyuşturucu ile mücadeleyi küresel politikalarla yürütmeye karar verdiler ve 1909 Şubat ayı boyunca Şangay'da toplanan ilk Afyon Komisyonu'nun öncüsü oldular. 26 Şubat 1909 Cuma günü, "afyonun tıbbi amaçlar dışındaki kullanımını yasaklayacağız" dediler. Davet edilen 14 ülkeden sadece biri, bu karara katılamadı: II. Meşrutiyet ilan edilmişti, huzursuzluklar giderek artıyordu, II. Abdülhamit'in 33 yıllık saltanatı sona ermek üzereydi. Önemli bir afyon üreticisi olduğumuz ve Lennep, Dutilh ve Wissing'ler gibi İzmir'de yerleşik Hollandalı aile şirketleri aracılığıyla Hindistan'ın doğusundaki ülkelere sattığımız halde, Osmanlıların, doğal olarak afyondan çok daha önemli kaygıları vardı. Bu nedenle Türkiye, Şangay'daki 100 yıl kutlamalarına davet edilen ülkeler arasında yer almadı ve 26 Şubat 2009 tarihli Şangay Deklarasyonu'nu imzalamadı.

100 yıllık mücadele başarılı oldu mu?


Şangay'daki toplantı vesilesiyle sormamız gereken bir soru var: Uyuşturucu ile yüz yıllık mücadele başarılı oldu mu? Yüz yıl önce, önemli bir bölümü Hindistan ve Çin'de olmak üzere, yılda 40 bin ton afyon üretiliyordu. Günümüzde kaçak üretim 8 bin tona düştü ve hemen tamamı Afganistan kaynaklı. Yüz yıl önce dünya nüfusunun % 1.5'i tedaviye muhtaç uyuşturucu bağımlısı iken, günümüzde bu sayı, % 0.5.

Uluslararası sözleşmeler sayesinde, arz ve talep kontrol altına alındı ama, uyuşturucu bağımlılığı hala çok ciddi bir sorun. Yeryüzündeki her 20 kişiden birinin, son bir yıl içinde, en az bir kez yasa dışı bir madde kullandığı hesaplanıyor. Yasa dışı ekim ve üretimin yapıldığı ülkelerle, kaçakçılık yolları üzerinde bulunan yerlerde, bu oran çok daha yüksek. BM'nin tüm çağrılarına rağmen, gelişmiş ülkelerin mücadeleye desteği düşük. Uyuşturucu madde kullanımının suç olmaktan çıkartılmasını, sözleşmelerin değiştirilmesini isteyenlerin sayısı giderek artıyor.

Madde bağımlılarının tedavisine daha fazla önem verilerek, daha zor ve daha pahalı birinci basamak önleyici tedbirler - yani maddenin hiç denenmemesine yönelik eğitimler - gözardı ediliyor. Yüz yıl sonra bir kez daha Şangay'da toplanıldığında, nasıl bir tabloyla karşılaşılacağını düşünmek bile istemiyorum.

Şangay'da kristal met tehlikesi


Resmi verilere göre, giderek daha fazla Şangaylı kadın, uyuşturucu bağımlısı oluyor. Üstelik, madde kullanma yaşı da düşüyor. Çinli yetkililer, "bağımlı" teriminden, madde kullanırken iki kez yakalananı anlıyorlar. Bu kişiler, hemen zorunlu tedaviye alınıyor. Bağımlılıkla mücadele edebilmek amacıyla polis, okullarda, madde etkisi altında olanların video kayıtlarını gösteriyor.

Şangay Uyuşturucu ile Mücadele Komisyonu, geçtiğimiz yıllarda uyuşturucu bağımlılarının % 22 - 24'ünün kadın olduğunu, bu yıl oranın % 25'i aştığını bildiriyor. Şangay hastanelerine kayıtlı 33 bin kadar bağımlı olduğuna göre, kentte 10 bine yakın kadın esrar, eroin, metamfetamin ya da kokain kullanıyor demektir.
İlk bakışta, 20 milyonluk bir şehir için bu sayı fazla olmayabilir ama, bilinen her bağımlıya karşılık, en az 10 gizli bağımlının olduğu kabul edilirse, Şangay'da 100 binin üzerinde kadının bir uyuşturucu ya da uyarıcının pençesinde olduğu hesaplanabilir. Komisyon başkanı Zhu Weihang'a göre bu artışın nedeni, eskisine oranla daha fazla kadının, yasa dışı maddelerin satıldığı eğlence bölgelerinde çalışıyor olması. Kullanıcıların, genellikle Şangay'a ülkenin başka bir yerinden gelen ya da getirilen kadınlar olduğu ve özellikle kristal metamfetamin kullanımında artış olduğu söyleniyor.

Ekstazi, amfetamin ve metamfetamin gibi modern zaman uyarıcıları, Batı dünyasında popülaritesini giderek kaybederken, bu coğrafyanın genç nüfusu arasında, giderek yaygınlaşıyor. Yüz yıl önce erişkin nüfusunun önemli bir bölümü afyonla uyuşturulan Çin, son on yılda, uyuşturucu ile ilgili 956,000 ceza davası açarak, 970,000 kişiyi tutuklayıp, 73 ton eroin, bir o kadar metamfetamin, 16 ton afyon ve 10 milyon kadar ekstazi tabletine el koyarak, yeni bir batağa düşmemek için bütün gücüyle mücadele ediyor ve eleştirilere aldırış etmeksizin, kaçakçıları idamla cezalandırıyor, onlarla işbirliği yapan memurları ömür boyu hapse mahkum ediyor. Ancak, Şangay toplantısının açılış töreninde de belirtildiği gibi, bir kaç yıl öncesine kadar garaj köşeleri, otel odaları gibi küçük mekanlarda, az sayıdaki kullanıcı için üretilen amfetamin ve benzerleri, artık, imalatta kullanılacak öncüllerin temininden, son ürünün dağıtımına kadar, zincirin her aşamasını elinde tutan uluslararası örgütlerin kontrolünde. Her geçen gün, kendine yeni pazarlar bulmaya çalışan örgütler, etkisi daha çabuk başlayan, vücuttan atılımı daha uzun süren, daha fazla bağımlılık yapan yeni ürünleri sentezlemekten de geri durmuyor. Tedavisi bir yıla varan kristal met, bunlardan biri.

Asıl bağımlı oldukları Tudou.com


Bu yıl 25 Şubat, Tibet takvimine göre Losar, yani yeni yılın ilk günüydü. Çinlilerin, etnik azınlıkların kendi takvimlerine göre yeni yıl kutlamalarına izin vermediği iddia edilse de, Şangay'daki Gongkang lisesinin 900 kadar Tibetli öğrencisi için düzenlenen festival, bunun aksini kanıtladı. Öğleden sonra öğrencilerin bir bölümü, tıpkı Şangaylı diğer yaşıtları gibi, kentin 1500'e varan internet kafesinden birinin yolunu tuttu. İlk tercihleri, her zamanki gibi Eastday Bar oldu. Eastday, Çin'in dört bir yanında şubeleri olan ve Şangay'daki diğer kafeler gibi, 2010 Dünya Expo fuarı öncesi, personelini İngilizce kursuna göndermek zorunda olan bir zincir.

E-postalar ve günün haberleri hızla geçildikten sonra, gençlerin hedefi Tudou.com. , yani Çin'in You Tube'u. Gary Wang'ın 2005 başında kurduğu video paylaşım sitesinin günlük izleyici sayısı 12 milyon. Çalışanlarının sayısı da üç yılda, üçten yetmişe çıkmış. Şimdiye kadar pek para kazandığı söylenemez ama, Gary, bu yıl içinde, etkileşimli zengin (rich) medya reklamlarına başlamayı planlıyor. İşte o zaman, internette devrim yaratacağından hiç kuşkusu yok.
Gary Wang'ın hedefleri yüksek ama, başı ciddi biçimde belada. Gençlere bedavadan yerli ve yabancı film, TV dizisi ve müzik klipleri seyretme olanağı veren site yüzünden, aleyhine açılan telif hakkı davaları ile boğuşuyor.

Şangay, cinselliği yeniden keşfediyor

Çin'de pornografi yasak olmasına rağmen, hem kaçak DVD'ler, hem de internet sayesinde kolay erişilebilir durumda. Şimdilerde en popüler video, Bayan Huang'ınki. Evinde, kendi olanaklarıyla ürettiği ve internetteki bloguna yüklediği 12 dakikalık porno videosu, bir kaç haftada binlerce kez indirilecek kadar seyirci bulmuş, sohbet odasına giren hayranlarından 30 bin yuan (5 bin TL kadar) tahsil edecek noktaya ulaşmıştı. Gerçi Bayan Huang, geçtiğimiz Aralık ayında tutuklandı ama, polisin bütün gayretlerine karşın, videosu sanal alemdeki yerini koruyor.

Şangaylı yetkililer, 2004'te açılan Seks Fuarı'nı ağır biçimde eleştirmiş; Çin'in 5 bin yıllık cinsellik tarihinden örnekler sunan Nanjing sokağındaki özel müzenin, turistik broşürlerde yer almasına izin vermeyip, kentin 80 kilometre dışına taşınmasına neden olmuş; cinsel içerikli radyo ve televizyon programlarını sansürleyerek, doğum kontrol yöntemleriyle ilgili reklamları yasaklamıştı. Ancak, frengi ve HIV gibi, bulaşıcı hastalıklarda gözlenen artış yüzünden, tıpkı ülkenin diğer yöneticileri gibi, politikalarında çok önemli değişikliklere gittiler. Batılılarca "Doğu'nun Fahişesi" olarak tanımlanan Şangay'ın kötü şöhretini temizleme gayretlerini bir yana bıraktılar. Örneğin, 2007 Ağustos'unda Şangay 4. Uluslararası Erişkinlere Oyuncaklar ve Üreme Sağlığı Fuarını desteklediler, başkentte açılacak benzeri bir fuara katılımı özendiriyorlar.

Bu ayın ortalarında ülke genelinde başlatılan Güneş Işığı Projesi ile, cinsel yolla bulaşan hastalıkların ve kısırlığın tedavisi gibi konularda toplumu aydınlatmayı, kondom kullanımını yaygınlaştırmayı ve devlet eliyle konan tabuları, yine devlet eliyle yıkmayı hedefliyorlar.

Şam'da 72 saat



Önceki hafta Pazar gecesi, Türk Hava Yolları'nın Şam uçağındaydım. Yolcu sayısının fazlalığı ve bazılarının el çantalarında matkap, tornovida gibi malzemeler taşıması yüzünden, güvenlik kontrolleri alışılagelmişten uzun sürdü. Şiddetli rüzgara rağmen, en ufak bir rahatsızlık hissetmeden inişimizi kimse alkışlamayınca, doğrusu biraz garipsedim. Biz Türkler, kötü hava koşullarında sağ salim toprağa dokunmamızı sağlayan pilotlarımızı hep alkışlarız. Beni karşılamaya gelen, takım elbiseli kravatlı olanlardan en yaşlısı, elini uzatıp "Merhaba" dedi. Bu, Suriye'nin uyuşturucu ile mücadelesinden sorumlu General Ahmad Al-houri ile ilk karşılaşmamızdı. 72 saat sonra vedalaştığımızda, birbirimizi 40 yıldır tanıyormuşcasına dost olmuştuk.

Doğrusu, Viyana'nın penceresiz toplantı salonunda geçirdiğim yorucu dönem ile ay sonu katılacağım Şangay'daki uyuşturucu ile mücadelenin 100. yıl kutlamaları öncesinde, Şam'ın bana çok iyi geleceğinden emindim. Pasaport işlemlerim tamamlanırken, generalle karşılıklı yudumladığımız "mırra"m, bunun ilk işaretiydi. Avuç içine sığan, küçük ve kulpsuz porselen fincandaki sert kahvenin tadını ve kakulenin ona çok yakışan kokusunu, Arap coğrafyasındaki önceki ziyaretlerimden biliyordum. Bir diğeri, Şam'dan ayrılırken, en az iki kilo alacağım ve damarlarımda kan yerine kahve dolaşacak kadar çok mırra içeceğimdi.

Havaalanını kente bağlayan geniş, aydınlık asfaltta, ara sıra gözüm takılan kilometre saatine göre sadece 90 - 100 ile, rüzgarın sesinden olsa gerek, bana, "uçarcasına" gelen kısa bir yolculuktan sonra Şam'a ulaştık. Sabahın üçü olmak üzereydi. Etrafta kimseler yoktu. Yol üzerindeki açık dükkanlar dikkatimi çekti. Üstelik sadece marketler değil, oyuncakçılar da açıktı. "Hırsızlık ne oranda?" diye sordum. "Yok denecek kadar az" dediler.

2009 başında Dedeman'a dönüşen Le Meridien otelinin taze ekmek kokan lobisinde henüz kimseler yoktu. Bir kaç saate kalmadan burasının, kadınlı erkekli Suriyelilerin ve turistlerin dolduracağı ve keyifle sohbet edeceği bir mekana dönüşeceğini anlattılar. Ertesi gün, tanışma fırsatını bulacağım ve uzunca bir süre "Acaba akraba mıyız?" sorusuna yanıt arayacağımız finans müdürü Barış Atasoy, yıl sonuna varmadan otelin, Türk kültürünün öne çıktığı modern bir mekan haline geleceğini ve Dedeman Grubu olarak, Suriye'de iki otelin daha işletmesini aldıklarını aktaracaktı.

8. kattaki odamdan dışarıya baktığımda, gökyüzüne doğru yükselen bir ışık denizi gördüm. Ara, ara göze çarpan yeşil pırıltılar, orada bir minarenin bulunduğunun kanıtıydı. Sadece Şam ile kısıtlı bir iş seyahati de olsa, Suriye'ye geldiğime seviniyordum. Babamın teyzeleri Basriye ve Kadriye Hanım'lardan bu yöreleri, eşimin annesi Emel Hanım'dan doğduğu ve çocukluk günlerinin geçtiği Haleb'i o kadar çok dinlemiştik ki.

9 Şubat sabahı, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu Sekreterya'sından bana eşlik eden İmrich Betko ile birlikte, üç gün sürecek çalışmalara başladım. Suriye'nin yazılı ve görsel medyasında geniş biçimde yer bulan ziyaretim sırasında, Adalet ve İçişleri Bakan'larından yeni yasal düzenlemeler, suç ve suçlu istatistiklerine ilişkin bilgi aldım, polisler ve gümrükçülerle bölgenin sorunlarını tartıştım, polis akademisinde kısa bir sunumum oldu.

Önceleri, sadece erkeklerin hakim olduğunu sandığım dünya, iki yerde değişti. Bunlardan ilki, Sağlık Bakanlığı'ydı. Müsteşarından daire başkanlarına, bilgili, deneyimli ve güçlü kadınların görev yaptığını görmek, beni mutlu etti.
Diğeri, 2006 yılında yeni binasına taşınmış olan, en ileri teknolojilerle donatılmış kriminal laboratuvardı. Her biri işinin ehli uzmanlar arasında, özellikle DNA analizleri bölümünde görevli genç, motivasyonu yüksek, bilgili, bakımlı (üstelik çok da güzel) kadın meslektaşlarla sohbet etmekten büyük keyif aldım.

Uyuşturucunun gerek arz, gerekse talebi ile mücadele edenlerle yapılan her görüşme, eninde sonunda aynı konuya geldi: Captagon. Çünkü Suriye, bir zamanlar patentli bir ilaç olan, günümüzde artık yasal imalatı bulunmayan, ancak bu adla pazarlanan yasa dışı ürünlerin, geçit yolu üzerinde bulunuyor. Kısacası, Türkiye için eroin ne ise, Suriye için Captagon da o.

Sahte Captagon, Arap gençlerini tehdit ediyor

Son iki yılda karşılaştığım, gerek Birleşik Arap Emirlikleri, gerekse Suudi Arabistan ve Suriyeli yetkililer, yakaladıkları Captagon'un Bulgaristan'da imal edildiği, Türkiye ve Suriye üzerinden taşındığı ve başlıca tüketicinin (kaçakçılara verilen idam cezasına rağmen) Suudiler olduğunda hemfikir. Genç kadınlar zayıflamak, erkekler uzun süre uykusuz kalabilmek amacıyla kullanıyorlar.

Geçtiğimiz yıl Türkiye'de 3.5 milyona yakın Captagon tableti ele geçti. Ancak ülkemizin bu madde açısından sadece bir köprü olduğunu söylemek doğru olmaz. Zaman zaman irili ufaklı laboratuvarlar ve Captagon sentezinde kullanılan öncül kimyasallar da yakalanıyor. Son örneği, 17 Şubat'ta 2 milyonun üzerinde hapın bulunduğu, İstanbul'daki kimya fabrikası.

İlk kez 1968'de depresyon, narkolepsi ve dikkat eksikliği gibi bazı hastalıkların tedavisinde kullanılmak üzere piyasaya sürülen gerçek Captagon, fenetilin adlı bir kimyasal içermekteydi. Bu ilaç, 20 yıldır imal edilmiyor. Yerini, aynı adla pazarlanan, farklı renk, şekil ve logolarla piyasaya sürülen, amfetamin içerdiği söylenen sahteleri aldı. Kriminal laboratuvarlar, ne yazık ki yakalanan tabletlerin ayrıntılı kimyasal analizini yapmıyor. Hal böyle olunca, ne tabletlerin içeriği biliniyor, aynı laboratuvarda üretilen ve farklı ülkelerde ele geçen Captagon'lar arasındaki bağlantı delillendirilemiyor.

19 Şubat günü Ankara'da, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu'nun 2008 yılı dünya raporunu açıkladığım basın toplantısında da belirttiğim gibi, her ülke, ele geçirdiği Captagon'ları aynı yöntemle incelemeli ve sonuçları tıpkı bir DNA bankası gibi ortak bir veri tabanında toplamalı.

Suriye'nin gururu doktorun izini buldum

1995 sonbaharıydı. Amerika’nın Atlanta kentine 150 kilometre kadar uzaklıktaki bir kampta, birbirini tanımaya çalışan, 6 erkek ve 4 kadındık. Benim dışımdakiler, Afrika, Asya ve Güney Amerika’nın değişik yerlerinden gelmişti. Kolaylaştırıcılık işlevini üstlenmiş olan Emory Üniversitesi Halk Sağlığı Enstitüsü başkanı Prof. Dr. Philip Brachman, ülkelerimizde kadınların sahip olduğu hakları, yasalar karşısında durumlarını özetlememizi istedi. Bir kaç saate varmadan konu kişiselleşti, kadın-erkek ilişkilerine, cinsellik eğitimine ve cinsel tercihlere uzandı. Akşama doğru, Halep Tıp Fakültesi mezunu, Ukranya’nın Kiev Tıp Enstitüsü’nden doktoralı genç Wasim Maziak ile benim aramdaki gerginlik, deyim yerindeyse birbirimizin boğazına sarılacak noktaya varmıştı. Henüz ne o, ne de ben, kültürel farklılıklara, gelenek ve göreneklere saygıyı öğrenmemiştik.

Topluca katıldığımız çatışma çözme, iletişim becerileri, takım çalışması gibi eğitimler sonunda hepimiz, eskisinden çok daha fazla hoşgörü sahibi olduk, Dr. Maziak da kadın haklarını hararetle savunan, eşcinselleri dışlamayan bir hekime dönüştü. 1996'nın ilk günlerinde ben, değişik kriminal laboratuvar ziyaretlerim için Atlanta'dan ayrıldım, grubun diğer üyeleri halk sağlığı alanındaki projelerini yürütmek üzere Emory Üniversitesi'nde kaldılar. Birbirimizle vedalaşırken duygusal anlar yaşadık. Suriyeli doktorla kucaklaşırken, gözlerimizin dolduğunu belirtmek isterim.

Grubun üyelerinden Sri Lanka'lı Dr. Prithi'yi, Nepal'in Katmandu'sunda, Kenya'lı Nyerere'yi Nairobi'de bulmuştum. Umman Sağlık Bakanlığı'ndan Shariffa Al-Jabri ile sürekli haberleşiriz. Önceki hafta Şam’da, Suriyeli doktoru aradım. Meğerse, Amerika'daki Memphis Üniversitesi’nde halk sağlığı ve biyoistatistik doçenti olmuş, doğum yeri Halep’te Suriye Tütün Araştırmaları Merkezi’ni kurmuş, çalışmalarıyla çok sayıda uluslararası ödül kazanmış ve Suriye'de sigara, dünyada nargile içimi ile mücadelenin öncüsüymüş.

Havada elma kokusu var

O kokuyu ilk kez Narenj lokantasında hissettim. Tütünle karışık tatlı bir kokuydu. Arka masadan geliyordu. Dayanamadım, dönüp baktım. Yuvarlak bir masanın çevresinde, şık giyimli kadınlı erkekli 7 ya da 8 kişiydiler. Arapça konuşuyorlardı ve hepsi nargile içiyordu. Ertesi gün, Şam'ın bir başka ünlü lokantası Versay'daydık. Bu kez, yemek siparişi vermeden önce, garson nargile isteyip istemediğimizi sordu. Bana eşlik eden Slovak arkadaş, merakından içmek istedi. "Elmalı mı olsun?" diye sordular. Yan masalardan birinde, özenle giyinmiş, 40 yaşlarında bir kaç kadın yemek yiyiyordu. Hemen yanıbaşlarında fokurdayan birer nargile şişesi.

Bildiğiniz gibi nargile, özel bir tütün olan tömbekinin dumanını, sudan geçirdikten sonra hortumla içe çekmeye yarayan bir düzenektir. Asya'ya özgü dörtyüz yıllık bir gelenek olmakla birlikte, günümüzde Meksika'dan Güney Afrika'ya, Avrupa'nın bir çok ülkesinde ve ne yazık ki Türkiye'mizde özellikle gençler arasında giderek yaygınlaşıyor. Nargileyle, fermente edilmiş meyve katkılı, yüze yakın aromatik tömbeki çeşidinin yanı sıra, güzel kokulu bitkisel yağlar eklenmiş tütün, bal, yarı kurutulmuş meyve ve meyve yaprağı katkılı tütün, hatta sadece meyve ağacı yapraklarını içmek de mümkün. (Tabii esrarı da)

Duman sudan geçerken "temizlenir", tütün yakılmayıp sadece ısıtıldığından, "zehirsizleşir" şeklindeki söylemler nargile içimini özendirse de, Dünya Sağlık Örgütü'nün, büyük ölçüde Suriyeli dostum Dr. Wasim Maziak'ın araştırmalarına dayanan 2005 tarihli raporu, iddia edilenin aksine, nargileden çıkan dumanın gerek akciğer kanserine, gerekse kalp hastalıklarına yol açan toksik bileşenleri içerdiğini ve tıpkı sigara gibi bağımlılık yaptığını kanıtlıyor.

Tömbeki ya da tütünü olmayan nargileler, elbette nikotin bağımlılığına yol açmaz. Ancak nargileyle içilen her türlü meyve ve yaprağının dumanında, tıpkı küle dönüşen her organik maddenin dumanındaki gibi, kanserojen nitelikte aromatik bileşikler bulunur ve her nefeste bunlar akciğerlere dolar. Hacattepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı'ndan Prof. Dr. Nazmi Bilir ve ekibi, 2005 yılında Ankara'daki 273 nargile içicisi ile yaptığı görüşmelerde, gençlerin nargilenin zararlarına ilişkin yeterli bilgi sahibi olmadıkları sonucuna varmıştı.
Suriyeliler, Maassel adını verdikleri aromalı nargilelerin, 90'lı yıllardan başlayarak Arap dünyasının kadın ve gençleri arasında salgın halinde yayılmasına, bir yandan ürünün koku ve tadının, diğer yandan televizyon ve internetin payı olduğunu söylediler.

22 Mart 2009

Balıkların arasında Rolex'li bir ceset




Yetmiş kişiyi dolandırdı, milyonları ve kızını alıp kaçtı. Korkup birini öldürdü. Biraz adli tıp bilse, biraz da saatlerden anlasa, zor yakalanırdı.

28 Temmuz 1996 sabahı, İngiltere kıyılarından bir kaç mil açıkta, kayalık dipli bir yerde ağ topluyorlardı. "Şeytanın bacağını kırdık" dediler. Haftalardır böylesine zorlanmamışlardı. Balıklar tekneye dökülürken, önce Danfort çapayı gördüler, ardından sağ bileğinde saati, kahverengi ayakkabıları, yeşil pantolonu, mavi kareli gömleğiyle 40 - 50 yaşlarındaki, uzun boylu, yapılı adamı. Bir o yana, bir bu yana döndürüp incelediler, üzerinde kimlik aradılar. Pantolon cepleri dışarıdaydı, biri suya atmadan boşaltmıştı anlaşılan. "Gözleri yerinde" dedi Kaptan John Copik oğluna dönerek, "Suda fazla kalmış olamaz." Yüzü tanınmaz haldeki adamı sahil güvenliğe teslim ettiklerinde, saat 16:00'ya geliyordu. Cesetle birlikte çektikleri çapadan söz etmeyi unuttular. Gerisin geri sokuşturdukları pantolon ceplerine ise hiç değinmediler. "Neme lazım, bakarsın polis bizi ölü soyuculukla suçlar" demişti, oğul.

Otopsiye giren Dr. Fernanda "Akciğerinde su var, denize düşerken canlıymış, ensesindeki yara öldürücü değil, kalçasının sol yanı, dizinin arkası ezik, ölüm nedeni suda boğulma. Öleli 1 - 2 hafta oluyor" dedi. "Haklısın" diye yanıtladı Dr. Little, "Ceset, kıyıdan çok uzakta bulunmuş. Güvertede ayağı kaymış, başını bir yere vurmuş, bilincini kaybetmiş, suya yuvarlanmış ve boğulmuş olmalı." "Olabilir" dedi polis, "Ama olmayabilir de." Ne de olsa, o bir Devon polisiydi, Devon da, Agatha Christie'nin memleketi. "Önce kim olduğunu bulmalıyız. Giysilerin bir özelliği yok. Fotoğrafını göstersek, işe yaramaz. Ne parmakizi, ne DNA'sı veritabanında mevcut. Dövmenin benzerine kimse rastlamamış." Sağ elinin sırtındaki, uzaktan bakıldığında çınar yaprağı gibi duran, yaklaşıldığında minik yıldızları görünen dövmeden söz ediyordu.

İlk ipucu otopsi teknisyeninden


Kimi zaman ilk ipucu, beklenmedik bir zamanda, beklenmedik birinin aklına düşer. Dr. Little ile Dr. Fernanda sudan çıkartılan başka bir cesedle uğraşırken, organları tartmakta olan otopsi teknisyeni, "Şu bileğindeki saat vardı ya" dedi "İki hafta kadar önce otopsisini yaptığınız, sağ eli dövmeli adamın kolundaki. Hani 11:35'te durmuş, ayın 22'sini gösteren gümüş renkteki saat. O bir Rolex'ti. Bildiğim kadarıyla, her Rolex'in kendine özgü bir seri numarası olur."

Buradan sonrası çorap söküğü gibi geldi. Rolex'in İngiltere'deki temsilciliğinin genel müdürü Henry Hudson, "Saat, 1967 Cenevre yapımı Rolex Oyster Perpetual Chronometer, üç kez servise girmiş, 1977, 1982 ve 1986'da. Sahibi üç ayrı adres vermiş ama, üçü de Harrogate'de, adı Ronald Platt." bilgisini verdi. Polis, Ronald Platt'ın 22 Mart 1945 doğumlu olduğunu, halen Harrogate'de değil, Chelmsford'da kirada oturduğunu ve en son, 21 Haziran'da, yani ceset denizden çıkarılmadan 5 hafta kadar önce görüldüğünü saptadı. Evi kiralarken, David Davis adlı birini kefil göstermişti. Kayıtlarda kefilin adresi yoktu ama, cep telefonu vardı. Polis mutluydu. Aradan haftalar geçmiş olsa da, en azından Platt'ın öldüğünü haber verecek, cesedi teslim edecek birini bulmuştu, David'i aradı.

Polis adresi şaşırdı, çok da iyi oldu

"Ronald arkadaşımdı" dedi David. "Haziran sonlarına doğru 2 bin İngiliz lirası verdim, Fransa'ya iş kurmaya gitti." David, kuvvetli Amerikan aksanı ile İngilizce konuşan, 50'lerinde, uzun boylu, iyi giyimli biriydi. Platt'ın, 60'larda Kanada ordusunda çalıştığını, bir zamanlar Elaine Boyes adlı bir kızla yaşadığını, sağ elinin sırtına Kanada bayrağının üzerindeki çınar yaprağına benzeyen bir dövme yaptırdığını, 20'li yaşlarında annesinin aldığı Rolex'i, kolundan hiç çıkartmadığını anlattı. "Aklınıza bir şey gelirse, mutlaka arayın" dedi. Adresini verdi: Chelmsford yakınlarında, Küçük Londra Çiftliği.

Yeşil pantolonuyla sudan çıkan adam, hiç kuşku yok Ronald Platt'dı. Kanada polisi ile irtibata geçildi. Ordu arşivinden temin edilen fotoğrafta, dövmesi ve saatinin görülmesi bir yana, parmakizleri cesedinkileri tuttu, Dr. Hugh Walters, 1963 tarihli diş röntgeninin öleninkilere uyduğunu bildirdi. İyi de Ronald Platt, son görüldüğü 21 Haziran ile, sudan çıktığı 28 Temmuz arasında neredeydi? Polis, David'i ziyaret etmeye karar verdi ve hiç olmayacak, ama çok işe yarayacak bir hata yaptı. Chelmsford yakınlarında, Küçük Londra Çiftliği yerine Küçük Londra Evi'nin kapısını çaldı.
"Yanlış geldiniz" dedi kapıyı açan ihtiyar. "Londra Çiftliği yandaki ev. Kimi arıyorsunuz ki?" Polis kimi aradığını söyledi. "Yine yanlış" dedi adam, "Yandaki evde David Davis değil, üç yıldır Amerikalı Ronald Platt, genç karısı ve iki küçük çocuğu oturuyor. Borsacıdır, iyi kazanır, Devon'da demirli yatı bile var." Teşekkür etti polis, "Lütfen geldiğimi kimseye söylemeyin" diye tembihleyip gitti. Merkezde gördüğü, adının David Davis olduğunu söyleyen kişi, cesedin kimliğini çalmıştı anlaşılan. Yoksa, başına vurup, suya atan da o muydu? Telefon kayıtlarını istediler.

Borçlarını temizlerim, bana kimliğini bırak ve git


Elaine Boyes, Amerikalının telefonda konuştuklarından biriydi. "David Davis'i geçen hafta aradım" diye anlattı. "90'ların başında tanıştık. Beni Avrupa'nın değişik kentlerine gönderdi. Koleksiyoncuların elindeki antikaların ve yağlı boya tabloların fotoğraflarını çektim, yanıma verdiği paraları, Fransa ve İsviçre bankalarına yatırdım. O aralar, gençliğini Kanada'da geçirmiş Ronald Platt adlı bir İngilizle birlikteydim. Kredi kartı borçlarını ve vergisini ödeyemeyince başı derde girdi. Üç yıl önce, Davis ona bir zarf verdi. "Üzülmeyin artık, size birer Londra - Calgary bileti aldım. Borçlarını da kapatacağım, gitmeden bana kredi kartlarını, ehliyetini, nüfus kağıdını ve çek karneni bırak." dedi. Platt ile Kanadaya uçtuktan bir süre sonra aramız açıldı, ben İngiltere'ye döndüm. İş bulamayınca, onun da buraya geldiğini öğrendim. Ronald'ı bulmak için Davis'i aradım. Onu en son haziranda gördüğünü söyledi ama, cesedinin sudan çıkartıldığını anlatmadı."

Savcı, polisin bütün ısrarına rağmen, Küçük Londra Çiftliği'nin aranmasına izin vermedi. "Vergisini zamanında ödeyen yabancı ve zengin bir işadamı" dedi. Amerikan vatandaşı David Davis sanılan adamın cep telefonu sinyallerini incelendiğinde, işin rengi değişecekti.

Kundaktaki külçe altınlar


David Davis, temmuz ayında cep telefonunu, evinden bir hayli uzakta, Devon'dan kullanmıştı. Bir resepsiyoncu "Doğrudur" dedi, "Fotoğraftaki adam buradaydı. Yanında biri daha vardı, elindeki dövme çok hoşuma gitmişti. Ben Kanadalıyım, çınar yaprağı milli işaretimizdir."

31 Ekim 1996 sabahı, saat 10:30'da sivil polisler, Davis'in evden çıktığını ve bir taksiye bindiğini gördüler. Yolu kestiler, araçtan inmesini söylediler. Ellerini başının üzerine koyan Davis "Sizin için ne yapabilirim, beyler?" diye sordu. Üzerinden Ronalt Platt adına düzenlenmiş kredi kartları ve çek defteri, David Davis adına düzenlenmiş nüfus kağıdı çıktı. "Sizi, Ronalt Platt'ı öldürmekten tutukluyoruz" dediler. "Evinizi arayacağız". Bodrum katındaki yağlı boya tablolara, sahte kimliklere, bebeğin kundağına saklı külçe altınlara ve 10 bin İngiliz lirasına el koydular. David Davis ile çocuğu olabilecek yaştaki karısını tutukladılar. Bayan Davis, aslında karısı değil kızıydı, bir iddiaya göre de babasının çocuklarını doğurmuştu, ancak polisin henüz bundan haberi yoktu.

Çapadaki deri, kemerdeki çinko, yastıktaki saç

"Başka bir şey hatırlamıyor musunuz?" diye sordu polis. "Bir de Sowester marka Danfort tipi çapa vardı ama söylemeyi unuttuk" dediler. Çapanın metal analizi yapıldı, cesedin kemerindeki kalıntılarla örtüştüğü saptandı. Çapaya takılıp kalmış küçük bir deri parçası, kemerin derisine uydu. Ölenin kalçasında ve sol bacağındaki ezikler çapanın boyu ve özelliklerini tuttu. "Cepleri dışarıdaydı" dedi baba Copik. "Biz içine sokuşturduk, size söylemeye korktuk". Polis, adamın ayağının kayıp suya düşmediğine, cepleri boşaltıldıktan sonra, çapanın beline bir kılıç misali takılıp suya atıldığına emindi. Belli ki katil, değil 4.5 - 5 kiloluk bir çapa, beton bağlansa, sudaki bir cesedin dipte kalmayıp yükseleceğini, hayal bile edememişti. İyi de katil kimdi? 3 gündür sorgulanan David Davis, "Ben öldürmedim" diyordu. Gözaltı süresi sona yaklaşmaktaydı. Böyle giderse, David Davis'in elini kolunu sallayarak eve döneceği açıktı.

Delilleri bulduran, genellikle olay yeri inceleme uzmanlarının bilgi ve becerisidir. Genellikle diyorum. Çünkü kimi zaman, görünmez bir el onlara yardım eder. David Davis, temmuz başında yatı Lady Jane'in içini dışını temizletmiş olduğundan, iki kez incelendiği halde, tek bir parmakizine rastlanmamıştı. Son bir kez yatı görmeye gittiler. Mutfak tezgahının altında, evvelce dikkatlerini çekmemiş küçük bir naylon poşet ile R. Platt adına çıkartılmış 8 Temmuz 1996 tarihli bir kredi kartı fişi buldular. Poşetin üzerinde tek bir parmakizi vardı, denizden ölüsü çıkan Ronald Platt'ınki. Kredi kartıyla bir çapa alınmıştı ve çapa yatta yoktu. Bir koltuk döşemesine yapışmış, ucundan deri sallanan 3-5 saç telinin DNA'sı, öleninkinin aynıydı.

Hala "Yetmez" diyordu savcı, "bu deliller onu cinayetle suçlamaya yetmez. Adamın ne zaman öldüğünü bile bilmiyorsunuz. O sırada Davis'in nerede olduğunu bilmiyorsunuz."

Kol saati ve GPS ile yakalanan katil

Ronald Platt'ın kolundaki Rolex, hareketle kurulan, kol sallanmadığında duran bir saatti. Polisler, kımıldatılmayan Rolex'in 44 saatte durduğunu saptayınca, Platt'ın 20 Temmuz'da suya düştüğünü hesapladılar. Acaba, Davis'in yatı ayın 20'sinde neredeydi? Bu sorunun cevabı, Eylül ayında Platt adına kiralanmış konteynerdeydi. Yağlı boya tablolar, önemli miktarda nakit para, külçe altınların arasına sıkışmış, Apelco GXL 1100 marka bir GPS alıcısında. Bir GPS aleti kapatıldığında, son bulunduğu yerin koordinatlarını, günü ve saati hafızasında tutar. Apelco GXL'in hafızasında kalan tarih neydi dersiniz? 20 Temmuz 1996, 20:59. Peki, koordinatlar? Tam, baba oğulun, balıklarla birlikte Ronald Platt'ı denizden çıkarttıkları yer.

Aslında, David Davis'in adı Albert Johnson Walker'di. Amerikalı değil, Kanadalıydı. 70 kadar yatırımcıyı dolandırarak topladığı milyonlarca doları ve eşim diye tanıtacağı 15 yaşındaki kızını yanına alıp ülkesini terketmiş, kimliğini çaldığı adam geri dönünce, foyasının meydana çıkacağından korkup, öldürmüştü. İntepol'ün arananlar listesindeki ilk ve tek Kanadalı Walker, 1998'de ömür boyu hapse mahkum oldu. Cezasının 7 yılını İngiltere'de çektikten sonra ülkesine iade edildi. 2013'te denetimli serbestlik hakkını kazanacak olan Walker, cinayeti hiç bir zaman kabul etmedi, topladığı 2.5 milyon doların ancak bir milyonu bulunabildi, küçük kızının doğurduğu iki çocuğun babası olup olmadığı gündeme gelmedi.

Polisiye yazarlara ölümcül lezzetler


Polisiye öykü yazan bir okurum, "Alışagelmedik bir zehir kullanmak istiyorum. Kurbağa zehiri bulup, kiraza zerketsem, kurbanımın kaç kiraz yemesi gerekir, kaç saat sonra, nasıl ölür?" diye sordu. "Pazar'a kadar sabret" dedim ona. Bu yazı, bana danışan polisiye yazarları için. Umarım bir süre idare eder.

İşi bilenler, İngiltere'nin en iyi, İspanya'nın ElBulli'sinden sonra dünyanın en iyi restoranının Londra'nın batısındaki Fat Duck olduğunu söyler. Fat Duck'ın İngiliz şefi ve sahibi Heston Blumenthal, 40'dan fazla şikayet telefonundan sonra, 29 Şubat 2009 günü dükkanını kapattı. Bir kaç günde "kendimi iyi hissetmiyorum" diyenlerin sayısı 400'e ulaştı. 2.5 hafta sonra işletmeyi yeniden açtığında, gerek yiyeceklerin gerekse çalışanların sayısız analizden geçmesine ve 100 bin İngiliz lirasına varan zarara rağmen, müşterilere neyin dokunduğu anlaşılamadı. Blumenthal'ın çözümü, -en azından şimdilik- menüsünden bazı deniz ürünlerini çıkartmak oldu. Eminim, ilk telefonu aldığında aklına, 6 ay kadar önce başka bir şefin yaşadıkları gelmiştir.

Hiç bir müşterisi şikayetçi olmadığı halde bayan Toni Vicente, 2008 yılı eylül ayının ilk haftasında Santiago de Compostella'daki balık pazarında alış veriş ederken tutuklanmış, sıradan biri olmadığından bu durum, özellikle gurme çevrelerinde geniş yankı bulmuştu. İngiltere'nin eski Başbakanı Margaret Thatcher'in İspanya ziyaretinde yemek pişiren, Galiçya'nın kendi adını taşıyan en iyi lokantasının sahibi ünlü şefi, dört yıl hapis istemiyle yargıç önüne çıkartan, menüsündeki 22 avro'luk balzamik soslu ve mantarlı deniz tarağı salatasıydı. Bir minibüste 400 kilo salyangoz ve istiridyenin ele geçmesiyle başlatılan soruşturma sonunda Bayan Vicente, avlanmanın yasak olduğu Forrel limanından toplanan deniz ürünlerini, oluşturdukları tehlikeyi bilerek satın almak ve müşterilerine sunmakla suçlandı. Hatırı sayılır bir kefaletle özgürlüğüne kavuşan ve bazı yemekleri menüsünden çıkartarak lokantasını açabilen şef, şimdilerde zedelenen itibarını tamirle uğraşıyor.

Forrel Limanı'ndaki deniz taraklarının tehlikeli olmasının nedeni, içlerinde Pseudo-nitzschia türü diatomların birikmesi. Bu diatomların ürettiği domoik asit, yutulduktan 24 saat kadar sonra, memeli canlılarda kusma, bulantı, ishal, karın ağrısı, başağrısı, oryantasyon bozukluğu, görme kaybı ve miktara bağlı olarak, hafıza kaybı meydana getiriyor ama, ölüme pek rastlanmıyor.

"Alışagelmedik cinayet"e hevesli polisiye yazarı okurum, işte bu nedenle sana, İspanya'nın Forrel limanına gidip, deniz tarağı toplamanı, ardından kurbanına yedirmeni tavsiye etmem, enfes lokmalarla Rus ruleti oynatacağın, başka yerler var.
Önce, bir balıkçı bulacaksın. Cinayet silahının, yolunu şaşırıp bizim denizlerimize kadar geldiği bilinse de, en iyisi doğuya doğru yollanmak. Aslında, balıkçı peşinde koşmayı bir yana bırakıp, kurbanını bir fugu lokantasına da götürebilirsin. Sonrası, mutfaktakini ikna kabiliyetine bağlı.


Gastronomik Rus ruleti


Kabuki tiyatrosunun "yaşayan ulusal hazinesi", korkusuz savaşçı rolünün vazgeçilmez oyuncusu büyük usta, 8. Mitsugoro Bando ile üç arkadaşı, 16 Ocak 1975 akşamı Kyoto'nun tanınmış balık restoranlarından birine gittiler. Fugu saşimi ısmarladılar ve incecik kesilmiş, krizantem çiçeğini andırır biçimde servis tabağına dizilerek önlerine konmuş çiğ balığı yemeye başlamadan önce, uzun uzun seyrettiler. Krizantem çiçeği, Japonlar için ölümü simgeler. 8. Mitsugoro Bando, o akşam ölümü tatmaya hazırdı.

Yemeğin ortalarına doğru yanlarına gelen şef, iki eliyle tuttuğu küçük kaseleri yavaşça masaya bırakıverdi. "Teşekkür ederiz" dedi Bando'nun dostları, "Ciğerini yemeyiz, neme lazım."
8. Mitsuguro Bando, buna çok sevindi. "Ben şerbetliyim" dedi gururla ve yüzyıllardır çekik gözlüleri heyecanlandıran gastronomik Rus ruletine kalkıştı. Dört balığın, dört ciğerini ard arda midesine indiriverdi. Aslında üçü, onu öldürmeye yetip, artardı bile. Eve döner dönmez karısına sarıldı "Akşam yemeğinde fugu karaciğeri yedim" dedi gülümseyerek "Hem de tam dört tane. Dudaklarım hala karıncalanıyor, başım dönüyor, bulutların üzerinde uçar gibiyim." Son yemeğinin ardından, son söyleyebildikleri bunlar oldu.

Aslında Kabuki ustası, lokantadan çıkıp eve gidebildiğine göre, gerçekten şerbetli olsa gerek. Çünkü, zehirli fuguyu yiyenler, genellikle hesabı ödeyemeden ölür.
Mitsugoro Bando'nun zehirlendiği dükkan on günlüğüne kapatıldı. Yeniden açıldığında müşteri sayısı, eskisine oranla çok daha fazlaydı. Şefin fugu diplomasının elinden alındığı söylendi ama, geleneklere uyup karnına kılıç sapladığını, yani seppuku yaptığını duyan olmadı.

Balon balığının zehiri siyanürden bin kat güçlü


İster balon balığı deyin, ister kirpi balığı, kurbağa balığı ya da Japonlar gibi fugu, tüm fertleri dört dişli olduğundan Tetraondontidae ailesine mensup yeryüzünün bu en zehirli ikinci varlığını (ilki, az sonra değineceğim altın zehirli kurbağa'dır) ağzınıza götürürken dikkat edin. Kısacası "Denizden çıkan baban olsa, ye" diyenlere sakın aldanmayın.

Çünkü, onbinlerce ton fuguyu tüketenlerin çoğu, ertesi sabah dostlarına yaşadığı heyecanı, dilinin nasıl yanıp, dudağının nasıl uyuştuğunu ballandıra ballandıra anlatırken, bazıları kendini, midesini yıkatmaya götüren bir ambülansta bulur. Genellikle balıkçılardan ve beceriksiz aşçılardan oluşan daha az şanslılar ise, tıpkı ünlü Kabuki sanatçısı gibi ne ağzını, ne de elini-ayağını oynatabilir, sonunda nefes alamayıp, ölür.

Denizden çıkan her üç fugudan birinin karaciğerinde rastlanan zehirin adı, tetrodoksin'dir. Siyanürden 1250 kez daha güçlüdür. Toplu iğne başı kadarı, bir erişkinin kaslarını felç etmeye, solunumunu durdurarak öldürmeye yeter. Zehir, balığın derisinde, testis ve yumurtalıklarında, bağırsak ve karaciğerinde bulunduğundan, bu organların sadece çok küçük bir parçasının bile yemeğe bulaşması, tehlike yaratır. Tetrodoksin'in panzehiri hala bulunamadığından, zehirlenenlerin % 60 kadarı kurtarılamamaktadır. Bir fugu karaciğerinin 30 kişiyi öldüreceği rivayet edilse de, henüz böyle kitlesel bir katliama rastlanmamıştır.

Kendini zehirleyen fugu şefi


176 kişinin fugu zehirlenmesinden öldüğü 1958 yılından bu yana, Japonya'nın fugu restoranlarında diplomalı şef bulundurmak zorunlu. Diplomayı almak için, üç yıl sürebilecek eğitim ve staj döneminin ardından, yazılı ve uygulamalı sınavları başarmak gerekiyor. Tabii her diplomalının işi öğrendiği söylenemez. Daha bir kaç ay önce, Tokyo'daki bir restoranın genç aşçısı, hazırladığı fugunun karaciğerinden bir lokma ısırmış, 48 saat sonra bilincini kaybederek hastanelik olmuştu. Müşterinin zehirlenmesine neden olan aşçının belgesi elinden alınıyor ama, kendini zehirleyecek kadar aptal olanlar için bir yaptırım bulunmuyor.

2006 yılında, Tokyo Sağlık Bilimleri Üniversitesi'nde çalışan biyolojik toksin uzmanı profesör Tamao Noguçi ile arkadaşları, fugu tehdidinin önünü almak üzere yıllardır sürdürdükleri araştırmaların sonucunu yayınladılar ve karaciğerinde zehir biriktirmeyen kültür fuguları üretebildiklerini bildirdiler. Bu haber, dünyanın dört bir yanındaki ciğerli suşi meraklılarını sevindirdi. Pek de hoş olmayan biçimde elde edilen kaz ciğeri yerine, sağlığa yararlı omega-3 yağ asitli fugu ciğeri yemeyi umuyorlar.

Profesör Noguçi bu çok önemli sonucu, balıkları beslemekte kullandığı özel yeme bağlıyor ama, henüz etki mekanizmasını bilimsel olarak açıklayamadığından, Sağlık Bakanlığı olaya temkinli yaklaşıyor ve zehirsiz kültür fugularının dağıtımını sınırlıyor. Noguçi, bu sınırlamanın nedenini, fugudan para kazanan grupların baskısı şeklinde açıklıyor. Her ne olursa olsun, Japonların yakın bir gelecekte tehlikesiz fugulara kavuşacağı açık. O zaman, pek çok ülkenin, bu arada Avrupa Birliği'nin fugu ithal yasağı da kalkabilir. Buna karşılık, asırlara uzanan fugu merakının, balığın kekremsi lezzetinden değil de, ölümle oyun oynama heyecanından kaynaklandığını ileri sürenler, tehlikesiz kültür fugularını kimsenin yemeyeceğini, tıpkı uyuşturucu gibi, bu kez deniz fugusu kaçakçılığının başlayacağını söylüyor.


Kurbağa ızgarası, kertenkele yahnisi


"Alışagelmedik cinayet"e hevesli polisiye yazarı okurum, fuguyla muguyla uğraşamam dersen, kurbanına başka lezzetler de tattırabilirsin. Örneğin, çok sayıda kurbağa, güçlü nörotoksinler sentezler, düşmanlarını felç eder, nefes almalarını imkansız kılar. Güney Amerika'nın değişik yerlerinde, Brezilya'nın yağmur ormanlarında yaşayan parlak renkli Phyllobates'lerin salgıladığı sıvıyı, mızrak uçlarına sürüp, avlananları hatırla. Biraz gezinirsen, altın renkli Phyllobates terribilis'e de rastlayabilirsin. Deri bezlerindeki batrakotoksin öylesine güçlüdür ki, topluiğne başı kadarı bile, insanı öldürmeye yeter.

Mavi ayaklı, siyah-beyaz renkteki bedeni ile Dentrobates tinctorius ile olağanüstü güzel mavi renkteki Dendrobates aureus, pumiliotoksin üretir. Gerçi pumiliotoksin, batrakotoksin kadar güçlü bir zehir değildir ama, işine yarayacak kadar ölümcüldür.
Bu arada, turuncu kemerli kızıl kahve Taricha torosa'yı unutmamalı. Kalforniya'nın kıyı kesimlerinde yaşayan bu büyük kertenkelenin salgıladığı tarikatoksin, tıpkı balon balığının tetrodotoksin'i gibi sinir iletimini engeller, kasları felç eder.
Bu zehirlerin herhangi birini alıp kurbanına yuttur, sonra karşısına geçip seyret. 15 dakikaya varmadan kendini halsiz hissedecek, zor soluyacak, bir 15 dakika sonra mutlaka ölecek. Yalnız dikkat et, cesede otopsi yaptırtmamaya çalış. Çünkü o zaman, seni ben bile kurtaramam.